Bir gece uykum kaçtı. İnternette gezinirken, yine uzun yıllar eşinden dayak yemiş ve en sonunda öldürülen bir kadının hikâyesi çıktı karşıma. Yıllardır kanayan bir yaradır bu içimizde, gün geçmez ki, basından bu konuyla ilgili bir haber geçmesin. İstatistiklere baktım, diğer kadınların hikayelerini okudum. Darplar, cinayetler, arkada yetim kalan çocuklar derken oturduğum yerde çöktükçe çöktüğümü hissettim. Sonra düşündüm neden sığınma evlerine başvurmadıklarını, neden bu işkencelere katlandıklarını. Üşenmedim, oturdum kadın sığınma evlerinin yönetmeliğini okudum ve itiraf etmeliyim ki okudukça hayal kırıklığına uğradım.
Kadın sığınma evine başvuran kişinin yapması gereken bir sürü formalite var. Kabul edilmek şartlara bağlı. Diyelim ki kabul edildi.3 ay gibi bir süre tanıyorlar, yani bu süre içinde ya bir iş bulup kendine bir düzen kuracak ya da o işkence evine geri dönecek.
Yanınızda 12 yaşında bir erkek çocuğunuz mu var? Olmaz bu çocuk sığınma evine kabul edilmiyor ve çocuk annesinden koparılıp çocuk evine veriliyor. Yani düşünün; annesiniz dayak yiyorsunuz, ama bu arada evladınızdan da ayrı düşmek zorunda kalıyorsunuz. Tabi ki, hiç bir annenin tercihi bu olmayacaktır, dayağımı yerim evladımdan da ayrılmam diyecektir.
Şimdi sığınma evine başvuran bir kaç kadının yaşadıklarını olduğu gibi kendi ifadeleriyle aktarıyorum
Ve sığınma evi… Avrupa yakasında, polis merkezlerine başvuran bütün şiddet mağduru kadınların getirildiği ilk adım sığınağı. Yer açılırsa, diğer sığınaklara gönderilmek üzere ilk buraya getiriliyorsunuz. İki polis yanımda, nöbetçinin yanına gidiyoruz. Bu görevli de erkek. Odada iki polis bir de 16 yaşında Azeri kız var. Görevli onların önünde başımdan geçenleri anlatmamı istiyor. Bu arada içeri kucağında bebekle bir kadın giriyor: “Ben çıkışımı istiyorum”. Görevli “Sen bir saat önce gelmedin mi?” diye sorunca “Evet ama” diyor “Burada kalınmaz. Oturmak için bile yer yok. Çocuğa su istiyorsun, temiz mi değil mi bilmiyorsun.” Görevli, bana “Haklı, bir şey diyemiyorsun. Size de söylüyorum, battaniye üzerinde yatabilirsiniz” diyor.
BİRİ BEYAZ DİĞERİ SİYAH TERLİK
Kadınların olduğu bölüme gidiyoruz. Büyük, demir, koyu gri bir kapı… Biz girince kapıya dönen yüzlerden biri gülümseyip “Hoş geldin” diyor. Kadınlar getirilen çaya üşüşürken, ben girişteki televizyon odasında, boşalan koltuklardan birine oturuyorum. Etrafta bir sürü kadın, ağır bir koku ve ciddi bir gürültü var. Bir de kavga eden, koşturan, ağlayan, oracıkta altı değiştirilen çocuklar. Burası aslında dört oda bir salon, büyük bir ailenin kalabileceği bir ev gibi. Ama o akşam orada 70 kişi var. Kadınların bir kısmı televizyon odasında dip dibe konmuş altı kanepe ve üç koltukta oturuyor – koltuklardan birinin minderi yok. Bir grup kadınsa akşamı banyoda geçiriyor. Banyo penceresinin önünde, kimi oturuyor, kimi ayakta. Orada sigara içiliyor. Banyoya geçtiğimde yorgunluktan çömelince bana ters çevrilmiş bir kova uzatıyorlar, üzerine oturmam için.
Görevli oradan oraya koşturuyor, kimi çocuğa bez soruyor, kimi su için bardak. Ben de bir ara boş bulduğumda “Çantamı nereye koyacağım” diyorum. “Yer yok, yanında duracak” diye cevap veriyor. “Peki, kıyafet, terlik? Benim hiçbir şeyim yok.” “Bizde de yok” diyor görevli. Sonradan görüyorum ki evden gecelikle kaçan burada gece gündüz gecelikle duruyor, sokaktayken adamın elinden kurtulan, o sırada ayağında çizmesi varsa çizmesiyle… Bir kadının ayağında biri beyaz diğeri siyah terlik var. Giden kadınların bıraktıklarından böyle çözümler üretilebiliyor. Ha bir de “Diyanet çözümü” var. Onu sonra anlatacağım…. Görevliye umutsuzca “Banyo için havlu” diye soruyorum. Görevli bana çaresizce bakıyor. Diş fırçasının da burada ultra lüks olduğunu kısa zamanda kavrıyorum.
AĞLAMA OĞLUM
Beş aylık Ulaş var gücüyle ağlıyor. Sabahtan beri ateşi var. 19 yaşındaki annesi Arzu, onu ayağında sallayarak uyutmaya çalışıyor. Ama Ulaş uyumak bir yana sakinleşmiyor bile. Ateşi 38.5 derece. Hastaneye götürülüyor. Doktor ilaç yazıyor ama annesinin ilaçların farkını ödeyecek parası yok. Çaresiz dönüyor sığınağa. Ulaş’ı emzirmeye çalışıyor ama bir şey yemediğinden sütü de gelmiyor. Ağlayan oğluna gözleri dolarak çaresizce “Ağlama oğlum” diyebiliyor sadece. Sonra Ulaş’ın ateşi 39.5 dereceye çıkıyor. Tekrar hastaneye gidiyoruz. Bu defa iğne yapıyorlar da çocuk biraz rahatlıyor.
Ama ilaçların alınması lazım. Neyse ki, ertesi gün ablasıyla buluşuyor da, o ilaçları alıyor. Arzu’yu kocası ikinci kattan atmış “Allah’tan bir şey olmadı, sadece kolum kırıldı” diye anlatıyor. Kaçarak evlendiği için ailesi ona küs, ablasının babasını ikna etmesini bekliyor, ama “Ben bu çocukla nasıl bekleyeceğim” diyor.
Bir gece uykum kaçtı. İnternette gezinirken yine uzun yıllar eşinden dayak yemiş ve en sonunda öldürülen bir kadının hikâyesi çıktı karşıma. Darplar cinayetler arkada yetim kalan çocuklar derken oturduğum yerde çöktükçe çöktüğümü hissettim. Sonra düşündüm neden sığınma evlerine başvurmadıklarını, neden bu işkencelere katlandıklarını üşenmedim oturdum kadın sığınma evlerinin yönetmeliğini okudum ve itiraf etmeliyim ki okudukça dehşete düştüm.
Kadın sığınma evine başvuran kişinin yapması gereken bir sürü formalite var, Kabul edilmek şartlara bağlı. Diyelim ki kabul edildi.3 ay gibi bir süre tanıyorlar, yani bu süre içinde ya bir iş bulup kendine bir düzen kuracak ya da o işkence evine geri dönecek.
Yanınızda 12 yaşında bir erkek çocuğunuz mu var. Olmaz bu çocuk sığınma evine kabul edilmiyor ve çocuk annesinden koparılıp çocuk evine veriliyor. Yani düşünün annesiniz dayak yiyorsunuz, âmâ bu arada evladınızdan da ayrı düşmek zorunda kalıyorsunuz. Tabi hiç bir annenin tercihi bu olmayacaktır, dayağımı yerim evladımdan da ayrılmam diyecektir.
(Kaynak; Bir bayan gazetecinin Sığınma Evleri hakkında ki gazete yazısından alınmıştır)
Merak ettim diğer ülkelerde ki uygulamalara baktım
Almanya’daki işleyiş de daha farklı bir uygulama yer almakta. Hotline kadın hattı mevcut. Acil yardıma ihtiyacı olan kişi telefonla acil yardım istediğinde bulunuyor. Bu hattı polis, savcılık, belediye aynı anda dinliyor ve hemen polis müdahale edebiliyor. Sığınma evinde kadınlar 1 gün kalıyor. Bazı kiliselerin altında dahi sığınma evi var. Sonrasında bahçesi olan 1 salon 1 mutfak 1 tuvalet olarak tasarlanmış evlere yerleştiriliyorlar. Paralarını devlet ödüyor. 10 evde toplam 50 bayan var. Almanya da genelde göçmenler buralara sığınıyor, onlarda İtalyanlar, Fransızlar ve Türkler. Bir harita oluşturulmuş, haritada şiddet en fazla hangi bölgelerde varsa işaretlenip istatistik çıkarılıyor ve sonuca göre gerekli istihdam yapılıyor.
Bu konuda tabi ki devletin imkanları sınırlıdır, Benim söylemek istediğim şey ise Çare nedir,, bu kadınları tamamen nasıl kurtarabiliriz .Ben onun peşindeyim. Hayal kurduğumu biliyorum ama bu kadınlara site şeklinde yaşama mekânları verebilsek şartları kaldırsak, iş imkânı sağlasak, bir kadın neler yapmaz ki, bir erkeğin gücünün yetemeyeceği neler. Ve bizler elimizden ne geliyorsa destek olsak onlara, ta ki kendi ayaklarının üstünde durana kadar
ÖLMESELER KATLANMASALAR O İŞKENCELERE, HUZUR İÇİNDE BÜYÜTSELER ÇOCUKLARINI, OLMAZ MI?
Konuyu gazetemizin sahiplerinden Mehmet Emin Yüksekbaş’a açtım. İşte tipik bir Yüksekbaş klasiği, yıllardır bütün imkânlarını fakire mağdura seferber eden ailenin ortanca oğlu, ‘Abla dedi mükemmel bir fikir, bunu bir proje haline getirelim, gazete olarak destekleyelim ve ne yapabiliriz bir bakalım’. Doğrusu onca işi arasında böyle bir cevap beklemiyordum ama işte dedim ya Yüksekbaş’lı olmak böyle bir şey demek ki. Kendisine buradan sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Adana Güney Haber Gazetesi olarak bir çağrı yapıyoruz. Fikri olanlar, bu konuda maddi, manevi BEN DE VARIM diyenler gazetemize ulaşabilirler. Hadi oturduğumuz yerden kalkalım ve bu işkencelere son veremesek de, kadınlara yaslanabilecekleri koskoca bir ağacın büyüyüp dallanması için elimizden ne kadar geliyorsa su verelim ki Analar Ölmesin
KADINLARIMIZ
Toprak öyle bitip tükenmez, /dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişemeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
oyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizleyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve onbeşlik şaraplenin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru.
Nazım Hikmet